Madalya - Stefan Zweig (Kitap)

Stefan Zweig, Avusturya-Macaristanlı roman, oyun, biyografi yazarı ve gazeteciydi. 1920'ler ile 1930'lar arasında edebiyat kariyerinin zirvesinde olmuş Zweig, dönemin dünyasının en çok tercüme edilen ve en popüler yazarlarından biriydi.

        Kitabın konusu 1810 yılındaki İspanya ve Fransa arasındaki savaş dönemini anlatıyor. Fransız Albay'ın, tek başına mahsur kaldığı bilinmeyen bir ormanda, düşman topraklarının ortasında umutsuzca hayatta kalmaya çalışması kaleme alınmış.
        İspanya'daki savaşta Fransız askerleri Katalanya'daki Hostalrich'e doğru ilerler iken bir orman yakınında pusuya düşürülür. Ani ateş karşısında Fransız Albay hemen karar vermesi gerekiyor. Savaşmaya çalışırlarsa kaybedeceklerini bildiğinden bunu düşünmez. Kaçmaya çalışınca da öldürüleceklerinin farkındadır. Bu yüzden hemen sol taraflarında kalan ormana geçmek için emir verir. Askerler hızlı bir şekilde ormana geçerler. En önde Albay ilerlerken ayağının bir taşa takılıp düşmesi ile kafasını ağaca vurup bayılır. Kendine geldiğinde herkesin yakalandığını fark eder. Tek başına kaldığını anlayınca hemen kalkarsa onu da öldüreceklerini bilir. Öldürülmekten ziyade işkence edeceklerini bildiği için buna cesaret edemez. Biraz daha bekleyip akşam vakti bu ormandan kaçması gerektiğini anlar. Sessizce bulunduğu yerde uzanır. Dallar sayesinde gövdesi gizlendiği için fark edilmemiştir.
        Gece olup ay çıktığında uzandığı yerden kalkarak emekleyerek ilerlemeye çalışır. Daha sonra yola gelip ayağa kalkıp koşmaya başlar. Sonra bir gölge görüp aniden durur. Gölge arada bir görünüp kayboluyor. Daha sonra ağaçlara bakınca askerlerinin ölü bedenlerini görüyor. Bu görüntüler karşısında kendisini çok kötü hisseder. Elinden bir şey gelmediği için ellerini yumruk yapıp ağaçlara vuruyor. Yerdeki çimleri kökünden çekmeye çalışıyor. Yaşadığı duygu yüzünden birilerini öldürmek istiyor. Hayatında ilk kez ağlama ihtiyacı hissediyor. Gözleri ve elleri alev alev yanmaya başlıyor.. 
        Sonra birden bir ayak sesi duyuyor. Saklanıp beklemeye başlıyor. Gelenin bir İspanyol olduğunu görünce onun öne geçmesine izin verip ve sonra birden ona saldırır. İçinde yaşadığı öfke ile onu boğup sonra hançeri ile sırtından vurmaya başlar. Öfkesi o kadar çok ki defalarca vurmaya devam ediyor. Hançeri ters çevrilip eline batınca durur ve kan kokusunun mide bulandırıcı etkisi ile cesedi bırakır. İçinde bir an için rahatlama ve öfkesinin bittiğini anlar. Tabi cesedi öyle bırakırsa yakalanma ihtimalini artıracağından, cesedi kendisinin saklandığı çalılıkların oraya taşıyıp bırakıyor. Daha sonra ilerlemek için vaktin geç olduğunu ve güneşin doğmasına fazla vakit kalmadığını anlayınca kaçmanın tehlikeli olduğunu anlıyor. Yorgun vücudunun uykuya ihtiyacı olduğundan cesetten bir kaç adım öteye uzanıp derin bir uykuya dalar.
        Bulutlu bir sabaha uyandığında çok acıktığının farkına varıyor ama yiyecek bir şeyi yoktur. Topraktaki çimenleri biraz yedikten sonra akşamı beklemesi gerektiğini bildiğinden uzanıp zamanın akmasını bekler. Saatler ona yüzyıl gibi geliyor. Akşam olup güneş battıktan sonra verdiği bir karar ile üzerindeki Albay formasını çıkarıp öldürdüğü adamın giysilerini giymeye çalışır. Gerekir ise bu giysiler ile dilenecek ve yemek bulacaktır. Çünkü açlığı orada daha fazla kalmasına izin vermiyor. Bir an geriye dönüp formasına bakıyor ve gözleri dolmaya başlar. 20 yıl boyunca her savaşta üzerine giydiği formaya haksızlık ettiğini düşünür ama elinden bir şey gelmez. Kendisini öldürmeyi de gururuna yedirmediği için gitmekten başka çaresi yoktur. Formasının üstünde parlayan şey dikkatini çeker. Bunun savaş sırasında Napolyon tarafından takıldığı madalyadır. Onu burada bırakmayacağı için hançer ile koparıp cebine atar. Sonra koşarak yola doğru atılıyor.
        Önceki gece askerleri ile birlikte bir köyde dinlendikleri aklına geliyor. O köyde küçük bir çeşme olduğunu anımsıyor. Oraya gidip su içmeyi ve yiyecek bir şeyler bulmayı umarak ilerlemeye başlar. Hızlıca koşarken ilerde küçük küçük evleri görür. Adımlarını yavaşlatıp devam eder. Köye varıp ve çeşmenin olduğu yere gider. Kana kana su içmeye başlar. Su ihtiyacını giderdikten sonra karnının çok aç olduğunu fark ediyor. Herhangi bir kapıya gidip tıklatır. İçerden bir kadın yarı aralayıp kapıyı ne istediğini sorar. Oda sessizce yemek istediğini söyler. Ama kadın yok deyip kapıyı kapatıyor. Bu anda hiddetlenip küfrediyor. Sonra birinin duymasından çekinip başka yerlerden yemek bulmaya çalışır. Kapı kapı dolanıp yemek dileniyor. Ona bir parça mısır ekmeği ve bir kaç soğuk zeytin dışında pek bir şey bulamıyor. Oda bunları hızlıca midesine indirir. Utancı ile birlikte bunları yutuyor. Sonra zamanın aktığını ve cesaretinin kırıldığını fark eder. Nereye gitmesi gerektiğini bilemez. Tekrar ormana sığınağına gitmeye karar verir. Kendi istemese bile ayakları onu ormana çekiyor. Bir din adamı kadar inançla cebinde tuttuğu madalyayı sıkı sıkı tutup ilerlemeye başlar. Çok fazla ilerlemek istemiyor. Çünkü ölen askerlerinin cesetlerini görmeye tahammülü yoktu. Ormanda bir yerde durdu. Yeni bir gece başlıyordu. İkinci korkunç bir gece.
        Albay içinde bulunduğu durumdan ne yapacağını bilemez vaziyette bembeyaz yola baktı. Yol ona ne getirecekti. Umut mu, kurtuluş mu, arkadaşları mı? Kimin geleceğini bilmeden beklemeye koyuldu. Uyuyup sabahın ilk saatlerinde bir ses albayı uykusundan uyandırdı. İlk önce bir kuş sesi sandı. Sonra bunun kuş sesi olmadığını anladı. Bir boru sesiydi bu. Yaklaşan askerlerin trampet sesleriydi. 
        Bir anda kanı dondu sanki. Bunlar Fransızlar olabilir mi, dostları ya da kurtarıcıları? Yaşama tekrar dönebilecek miydi? Tarifsiz, çılgınca bir sevinç boğazını sıktı. Ayağı fırladı ve o zaman orada yolda gördü gelenleri. Aralıklı boşluklarla yürüyen Fransız asker birliğini. Onların kasketlerini, kılıçlarını, bayraklarını ve toplarını görüp tanıdı. Yardım birliği olması gerektiğini düşündü. 
        Onları görüp tanıdıktan sonra kendini tutmayarak yola doğru koştu. Yaşama sevinci onun aklını başından aldı. Kendisini tehlikeye atma riskini ve üzerindeki giysileri unutarak delicesine bir telaşla koşmaya başladı. Kurtarıcılarına doğru atıldı. Onları selamlamak için bir eliyle pelerinini havaya savurur iken diğer eliyle de tabancasını kaldırıyordu. Sonra bir haykırış sabahı delip geçti. İçinde korku, acı ve umarsızlık barındıran vahşi bir haykırıştı. İnsanüstü bir sevinci dışa vuran bir haykırış giydi. 
        Albay ormanın ağaçsız yerine doğru koşarken kaçınılmaz şey oldu. İki, dört kurşun derken kurşun yağmuruna tutuldu. Askerler onu İspanyol sandı. Üzerindeki kıyafetleri düşününce haksız da sayılmazlar. Albay durdu ve olduğu yerde sallandı. Kanlar içinde yere düştü. Tabur toparlandı. Baskına gelecekler diye beklendi ama gelen birini görmeyince cesede doğru gittiler. Onu yağmalamak için ceplerini aradılar. Cebinden çıkan onur madalyasını görünce daha da sinirlendiler. Onu bir albaydan çaldığı düşüncesi ile ölen albayın beynini dağıttılar. Öfkeden gözleri dönerek çıplak vücuduna yumruklar savurdular. Küfredip tekmelemeye başladılar. Sonra zavallı cesedi alıp tarlaya doğru öylece fırlattılar. Kara keseklerin üzerine parlak ak bir leke gibi düştü albay.       
        Hikâye böyle bitiyor. Kurgu olması insanın içini bir nebze de olsa rahatlatıyor. Konusu dikkat çekici malum savaş olunca. Ama bir albayın düştüğü durum gerçekten çok üzücü. Hele ki sonunda kendi askerleri tarafından öldürülmesi daha da kötü. Birde onursuzca ve de vahşice olması daha da kötü. İçim acıdı açıkçası. Söylenecek bir şey bulamadım. Ama o anda sevincinin verdiği etki ile aldığı ani kararında de etkisi çok. Belki biraz düşünse beklese kurtulabilirdi. Ama maalesef ki umduğu gibi olmuyor ve ölümün en acısı ile karşı karşıya kalıyor. Kısa ve öz bir hikâye okumanızı tavsiye ederim. Belki bazen ani karar almamamız gerektiğini hatırlatır bize. İyi okumalar dilerim. 😊💙🌻 
    
      Kitaptan birkaç alıntı

        Düşüncelerine can sıkıcı bir endişe karışmıştı albay kaderinin kontrolünün elinden alındığının ve yaşamasının artık bir şans meselesi olduğunu fark etti. Bilinmeyen bir ormanda tek başınaydı, düşman topraklarında tek başına! 

        Yürüdü, fışkıran sudan kana kana içti! ellerini ve yanan alnını çeşmenin serin suyunun altına tuttu, onca saatten sonra ilk defa huzurlu bir an hissediyordu.

        Bir din adamı kadar inançla cebindeki onur madalyasını sıkı sıkı tuttu. Bu onun sevinci, feryadı, umuduydu.

        Şimdi nereye gitmeli idi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sevgililer Günü

Kadıköy Boğa Heykeli

Buz Prenses - Camilla Läckberg (Kitap)

Ağaç Ev Sohbetleri 223

Ömür Dediğimiz Nedir?

Yazı Yazmak!

Ağaç Ev Sohbetleri 221